Çoraktan ve vasatlıktan bunaldıkça onun gölgesinde soluklandım. Türkiye’yi kurtarmaya, siyasetçilere akıl satmaya heves etmeyen yazı ustasıydı. Her yazısını okudum. Çoğu yazılarında Çetin Altan’ı hatırlardım.
Milliyet gazetesinden kovulduktan sonra Ozanköy’e yerleşti. Evini bir dervişin sığınağı olarak hayal ederdim. T24 ve Ozanköy yazılarının tadına doyamazdım. Yazılarına ara verdiğinde üzülürdüm. Diyalog gazetesindeki köşesini bir gün bile kaçırmadım.
O, hırslarından arınmış, dünyaya eyvallahı olmayan bir bilge münzevinin düşüncelerini yansıttı.
“Bin sene yaşasam yağmurun arkasından patlayan yeşilliğin, çam iğnelerinin ucuna dizilen yağmur damlalarının, süratle büyüyüp açılan çiçeklerin, toprak kokusunun, anemonların ve siklamenlerin, koparılmaya hazır mandalina ve yafa portakallarının güzelliğine doyamam. Neden dünya bu kadar güzel iken bu kadar mutsuzluk var?” diye yakınan kişi de oydu.
Metin Münir, kendini hesaba çekmekten zevk alırdı. “Yanlış amaçlara sarılarak büyüdük. Mutlu olmak, zengin olmak, ünlü olmak. Daha çok, daha çok satın almak. En güzel kadınla/en güçlü erkekle evlenmek, en pahalı arabaya, şehrin en gözde semtinde eve sahip olmak…
Ceplerimizi doldururken dünyayı boşalttığımızın farkına varmadık.
Yalnız ölürken yanında götürebileceklerimizin bize ait olduğunu kimse anlatmadı.” diye yazdığı cümleler notlarımın arasındadır.
Hayata bağlıydı, yaşam doluydu ama kaderciydi. “Eve döndüğümde karanlık olmuştu. Elektrikler kesikti. ‘Bir mum yakmak karanlığa küfretmekten iyidir,’ sözünü hatırlayarak bir mum yaktım ve ışığında duş alıp, ertesi sabah yaşamaya da ölmeye de hazır, erkenden yattım.” diye yazmıştı bir makalesinde. Ölmeye de yaşamaya da hazır, dingin bir ruh halini göstermiyor mu?
Kentleri Sevmezdi
Mesleki kariyerine bakıp ah çeken ve onun dolu dolu yaşadığını zannedenlerden biri de bendim. Bir gün şu yazıyla karşılaştım:
“Kalabalık mekanları pek sevmem. Kentler gittikçe birbirine benzemeye başladı. Hafta sonunda Paris’e gitmek yerine, evimde oturup Paris üzerine kitap okumayı tercih ederim. Doğa daha önemlidir benim için. Bir şehre gittiğimde mutlaka uğradığım yerlerin başında resim koleksiyonu zengin müzeler gelir. Bruegel’in resimlerini görmek için Viyana’ya gidecek kadar resme meraklıyım. Restoran keşfetmeyi, güzel yemekleri severim. Yerel şarapları tadarım. Gezginlik anlayışım zaman içinde değişmedi, sadece şehirlere karşı tahammülüm azaldı. Yurdışına çıktığımda arkadaşlarıma beni şehir dışına yürüyüşe götürmelerini rica ederim. Örneğin Edinburgh’a gittiysem, şehir içinde kalmak yerine doğaya çıkarım. Yanımda çanta taşımam. Gezgin hafif olmalı. Fotoğraf makinesi de taşımam. Fotoğraf hüzün vericidir. Yaşadıklarım, izlenimlerim hafızamda canlı kalır, fotoğrafta eskir. Gittiğim yerlerde kendi fotoğrafımı da çektirmem kesinlikle.”
Bu yazıyı ben yazmak isterdim. Şehirlerin sokaklarını kitap sayfaları arasında adımlardı. Son gezisini Kars’a yaptı. Kısa ve hoş bir gezi yazsıydı. Sanki satır aralarında yorgunluğunu ima ediyordu.
Metin Münir’in en sevdiği mevsim bahardır. Bununla birlikte dört mevsim doğada yürüyüşü severdi. Doğayı izler, sevdiği bitkilerin tohumlarını toplardı. Gezide giydiği bütün pantolonlarının, ceketlerinin cebinin dibinde mutlaka birkaç tohum kalırdı. Bunları evinin bahçesine dikerdi.
Yıllar önce bir geziden getirdiği ağaç tohumunu Kuzguncuk’taki evinin bahçesine dikmiş. Zamanla serpilip gelişmiş, çok güzel bir ağaç olmuş. Bir gün geldiğinde yerinde bulamamış. Meğer komşuları kesmiş...
Yıllar önce Küre Dağları’na çıkmış ve bu geziyi hiç unutamamış. Şunları yazmış:
“Öylesine zengin çiçek dokusu vardı ki, büyülendim. Fakat orada bile fotoğraf çekmedim. Çiçeklerin isimlerini öyle merak ettim ki, dönüşte rehber kitaplar aldım. Çok sevdiğim çiçeklerin fotoğraflarını aradım, isimlerini öğrendim. Girne, Ozanköy’deki evimin bahçesinde de çiçek yetiştirmek istiyorum. Fakat Kıbrıs’ta su az. Sonbaharda topladığım tohumları dikerim, kış yağmurlarıyla ıslanır, ilkbaharda çiçek açar. Ben de bu mutlulukla yetinirim.”
Ağaçlarına, çiçeklerine, kuşlara ve böceklere zarar verecek hiçbir şey yapmadı. Bahçesini ve evini bile ilaçlamadı. Örümcek ağına kıyamayan bir yufka yürekti. Budist keşişler gibi titizlenirdi.
Felsefi yazıları da derinlikliydi. Uyku ve rüya üzerine okuduğum en güzel yazıyı o yazmıştı. “Bir ara, günlerce, uyumaya çalışırken tam ne zaman uykuya dalacağımı belirlemeye çalışmıştım. Onu beceremedim çünkü tam uyuduğum an artık uyanık değildim.
Ama rüya görmeye uyanıkken başladığımızı keşfettim. Bir ara, aynı anda, hem uyanık imiş gibi düşünceler geçer aklımızdan hem de uyuyormuş gibi rüya görürüz. Kısa bir andır bu. O anda ne düşünceler tam düşünce ne rüyalar tam rüyadır. Sonra ikisi bir olur - iki ırmağın bir yerde aynı nehre akıp onun suyu olması gibi. Bu değişimin ne zaman başladığını, düşüncenin ne zaman rüyaya dönüştüğünü, uyanıklığın ne zaman bitip uykunun ne zaman başladığını asla bilemeyiz.
Aynen canlı olmanın ne zaman bitip ölü olmanın ne zaman başladığını bilemeyeceğimiz gibi.
Düşünceyi biz düşünürüz ama rüya kendi kendini görür.”
Daha yakınlarda çocukluk aşkını anlatmıştı. Ağlatan bir yazı. Bir senaryo gibi. Usta’nın bende hakkı çok. Yazılarından öyle çok beslendim ki. İsmiyle müsemmaydı. Yazıları ışık saçardı. Bir mesaj gönderip helallik istemiştim.
Metin Münir, kendini ölüme hazırlayanlardan. Yine bir yazısında Sokrates’in (MÖ. 479- MÖ. 399) idama mahkûm edildikten sonra Atinalılar’a söylediğini hatırlatarak, “Ayrılma saati geldi. Herkes kendi yoluna gidecek. Ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin daha iyi olduğunu ancak Tanrı bilir.” demişti.
O ölmeye, biz yaşamaya… Hangisinin daha iyi olduğunu ancak Tanrı bilir. Yakınlarına, son aylarında yanından ayrılmayan Espasito’ya başsağlığı dilerim.