Bu kapsamda değinilmek istenen konu, Türkiye’de genişleyen prekarya nüfusu ve artan toplumsal güvencesizlik. Peki nedir bu prekarya? Prekarya kronik olarak geçici çalışmak durumunda olan sosyal grupları ifade ediyor. Bu grup, işsizlik ile işsizlik tehdidi arasındaki muğlak alanda kaygı ile yaşayan veya çalışan bireyleri kastediyor.
Bu gruptaki bireyler genellikle merkezi üretim mekanizmasından izole ediliyor ve işyerinden ve çalışma arkadaşlarından yabancılaşıyor. Türkiye gibi polarizasyona açık bir yapısı olan bir ülkede bu prekarya, yeni ve tehlikeli bir sınıf olarak tanımlanıyor.
Kamu, özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin işbirliğine ihtiyaç duyulan bu alan, 6 Şubat depreminden sonra daha da yardıma muhtaç bir grup ve alan olarak ifade edilebilir. Toplumsal güvencesizlik denilince sosyal güvenlikten fiziki güvenliğe kadar çok geniş bir perspektif söz konusu.
Bir binanın penceresinden sarkarak dış cephe camlarını silen bir temizlik işçisi, yorgunluktan had safhaya gelmiş olan bir çağrı merkezi çalışanı, o günkü işini teslim etmeye çalışan bir lojistik personeli, bir üniversitede verdiği ve zorlukla bulduğu yarı zamanlı derse yetişmek isteyen akademisyen, bulunduğu birimin kendisine atamış olduğu lisansüstü eğitim yapmak amacıyla başvuruda bulunup sonrasında devamsızlık gösteren öğrenci ile iletişim kurmaya çalışan ve yanısıra diğer akademisyenin almak istemediği öğrenci ile uğraşmak zorunda kalan akademisyen, römorkun üstünde fıstık toplamaya giden geçici tarım işçisi…
Zorluklar eğitim arka planları farklı olan kesimleri farklı düzeyde sınıyor. Zira çok uzun bir eğitim aşamasından sonra henüz yeni çalışma hayatına giren bir beyaz yakalı çalışan ile aynı ücrete sahip olan mavi yakalı çalışan için de benzer bir durum söz konusu.
Prekarya kavramı “işçi sınıfı ya da proletarya” olarak değil daha geniş kapsamlı bir grubu ifade ediyor. Ayşe Buğra (2013) çalışmasında Prekarya’yı çalışma hayatına ve sürekli bir işe bağlı sosyal haklara sahip olamayan, kendilerini sabit bir iş yerine ve orada kurulan ilişkilere bağlı hissetmeyen insanlar olarak tanımlıyor (Buğra, 2013, 62). Bu tanıma belirli bir işte çalışıyor olmasına rağmen suistimale uğrayıp yabancılaşmış olan grupları da ekleyebiliriz.
Bu güvencesizlik uzun yıllar bir özel sektör firmasında çalışmış yönetici konumundaki bireyler için bile geçerli olabilir. Sonuçta belirli bir sosyal güvenlik korumasından mahrum olunan veya çalışanın geleceğini planlayamadığı bir ekosistem oluşmaktadır.
Buna hükümetlerin seçim dönemlerinde popülist politikaları ile ihya etmeye çalıştıkları dezavantajlı kesimler eklenince ortaya bir haksız rekabetin çıktığı söylenebilir.
Zira ev hanımına sağlanan sosyal güvenlik, merdiven altı atölyelerde çalışan tarım işçileri veya taşeron temizlik işçileri söz konusu olduğunda hangi şartlarda oluşabilmektedir. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) tarafından eğreti istihdam olarak tanımlanan grup ta bu özellikleri taşımaktadır.
Örgütsüzlük temel sorunlardan biri olmaktadır.
Sorun olmasının nedeni bu gruptaki çalışanların bir sendika veya meslek odasının bir parçası olmaması nedeniyle olmaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğim çalıştayın bazı sonuçları şu şekilde; var olan iş ve sosyal güvenlik yasalarının uygulanması ve mümkünse herkes için uygulanması önem kazanmaktadır. Vergi ve sosyal güvenlik sistemine olan güvensizliğin giderilmesi, kırılganlığa açık sektörlerin izlenerek denetlenmesi önemlidir.
Güvenceli ve sürdürülebilir kadın ve genç istihdamının desteklenmesi gerekmektedir.
6 Şubat depremi sonrası yaşanan gasp, kapkaç ve hırsızlık olayları ve yine şehir içinde işyerlerlerine ve esnafa yönelik saldırılar günümüz toplumunun giderek artan şiddet ortamına işaret etmektedir.
Zira bu şiddetin kendisi de bir tür güvencesizliktir. Sadece 2022 yılında 3 bin 984 silahlı şiddet olayı yaşanmış, bunun 2 bin 278’i ölmüş, 4 bin 231 kişi yaralanmıştır.
Bu rakamlar 2023 yılının ilk 6 ayında bin 723 silahlı şiddet olayı ve 1.071 ölü şeklindedir. Yolsuzluğun ve şiddetin bu kadar arttığı bir ortamda iyi bir ekonomi ve siyasetten bahsetmek ne kadar anlamlıdır o da tartışılır.