Okunmayı bekleyen onlarca kitap masanın üstünde dururken ve okuma açlığı gözümü karartmışken yazmak zor. Her yazı konusu, okumayı istediğim bir kitaptan vaz geçmem demek. Bir çırpıda döktürenlerden değilim. Bazen bir cümle için bir saat harcarım. Konuklarına yemek hazırlayan titiz ve becerikli bir annenin hali neyse benim de yazı yazma sürecim ve yöntemim bundan farklı değil.

Yemeğini lezzetli bulduğumuz kişiye, “Sizin yemeklerinizin lezzeti bir başka. Bunun sırrı ne?” dediğimizde, mutlu bir gülümsemenin eşlik ettiği “Bir tutam sevgi koyuyorum” sözünü hangimiz duymadık? Yazı süreci de özel konuklar için hazırlanan yemeklere verilen zamanı ve özeni ister. Okuyucuya saygının gereği. 

Dünyada en çok tüketilen yiyeceklerin başında “fast food” çeşitleri gelir. “Alışmış kursak bulamacını ister.” Fast fooda alıştırıldık. Fast food saltanatını güçlendiriyor. İçinde sevgi yerine bolca katkı maddesi var. 

Yazının da, kitapların da “fast food”u var. Artık en çok tüketilen yazılar fast food türleri. Sosyal medya bu türü öne çıkardı. Kısa metinler, aforizmalar. İçeriğin önemi yok. Derin anlam taşıdığı algısı versin yeter. Gazete yazarlarının büyük bölümü de, hem okur tercihinden hem az zaman aldığı için fast food tarzını benimsediler.

Yazar aynı zamanda bir okur. Yani öyle olması gerekir. Yazarın nasıl okur olduğunu yazdıklarından, yazısının içeriğinden anlayabilirsiniz. Meyve misâli, ya olmuştur ya hamdır. 

Öyle yazarlar var ki, “Bu adam, ömrü boyunca kaliteli bir metin okumamış” diyorum. Ortada hem meyve yok hem meyve kokusu. Herkes yazar oldu (!) Okumadan yazmaya giden kestirme yolu bulmuşlar (!) Yazdıkları samimiyetsiz, özensiz, tatsız, tuzsuz. 

Arjantinli yazar Jorge Luis Borges “Okumayı, yazmaktan daha kıymetli bulurum. Okumak yazmaktan öte bir iştir, daha uysal, daha uygar, daha entelektüeldir” diyor. Borges, böbürlenerek, yazar değil, profesyonel bir okur olduğunu da sık sık dile getirirmiş. 

Her okuyucu bir sanatçı olmasa da okumanın bir sanat olduğunu düşünürüm. Bir yazara göre, “İyi okuyucu sayısı, iyi yazar sayısından daha az.” 

Lewis Carrol’un “Alice Harikalar Diyarında” adlı kitabının giriş cümlesi şöyle:
"Alice, ırmağın kıyısında, ablasının yanı başında hiçbir şey yapmadan öylece oturmaktan sıkılmaya başlamıştı; ablasının okuduğu kitaba bir iki kez şöyle bir göz attı; ne ki kitapta ne bir resim vardı ne de konuşma, 'İçinde resim ve konuşma olmayan bir kitap, ne işe yarar ki,' diye geçirdi aklından, Alice." 

Büyük İkramiye Sevinci

Yeni yılda okuduğum ilk kitap, Muhammed Hasan Alvân’ın  “Küçük Bir Ölüm / İbnü’l - Arabî’nin Hayatı” oldu. Furkan Çalışkan’ın yayın yönetmenliğini yaptığı Ketebe Yayınları’nın Çağdaş Arap Edebiyatı serisinden, Güler Özdemir’in çevirisini yaptığı kitap 2017 yılında En İyi Arap Roman Ödülü’nü kazanmış. 

Muhammed Hasan Alvân, 1979 doğumlu, Suudi Arabistanlı bir yazar. Lisans eğitimini Kral Suud Üniversitesi’nde, yüksek lisansını ABD’de Portland Üniversitesi’nde, doktorasını ise Kanada’da Carleton Üniversitesi’nde yapmış. 

Yeni yıla ‘Küçük Bir Ölüm’le başlamam tamamen tesadüf desem, kitabın ruhuna aykırı. Ne yazarın ne kitabın adını daha önce duymuşluğum vardı. İlk kez Suudlu bir yazarın eserini okumak istedim. Meğer yılbaşı ikramiyesi kazanmışım. Büyük ödül bana çıkmış. 522 sayfalık kitabı elimden bırakamadım. Biraz uykudan fedakârlıkla bir günde bitirdim. 

Kitap; etkileyici, derinlikli, incelikli ve sürükleyici. Onca haksızlığa, şiddete ve ölüme rağmen Alvân zarif bir dil kullanmayı başarmış. 

Kitabı okurken İbnü’l - Arabî’nin görünmez yol arkadaşı oldum. Onunla Endülüs’te başlayan ruhsal yolculuğumuz, Azerbaycan, Fas, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Irak ve Türkiye’nin birçok şehirlerinde devam etti. Nice âlimlerin sohbetinde bulunduk. Meğer “Gönül Coğrafyamız” denilen topraklarda eskiden de huzur yokmuş.

Kitap, adını 12. yüzyılda Endülüs’te doğan büyük sufi Muhyiddin İbnü’l - Arabî’nin “Aşk, küçük bir ölümdür” sözünden almış. Kitap, bir sufinin ilim aşkını, iç çatışmalarını, hayata bakışını ve dobralığını öyle örneklerle anlatıyor ki, sayfalar arasında kaybolup gidiyorsunuz. 

“Küçük Bir Ölüm” büyük İslam düşünürü Şeyhü’l Ekber lakaplı İbnü’l - Arabî’nin vefat ettiği Şam’a kadarki uzun yaşamını ele alıyor. İbnü’l - Arabî’nin yaşamının her anından kesitlerle devam eden romanın arka planında dönemin toplumsal ve siyasal olayları yer alıyor. Karakterler çok canlı; film izler gibi, her biri gözümüzün önünden geçip gidiyor. 

Kitabın, giriş bölümünden bir cümle: “Bu kitabı asla yalan söylemeyen bir kandil ışığı altında yazdım.”  Kitabın yazıldığı mekân, Azerbaycan’da bir dağın zirvesinde yer alan, çatısı hörgücü andıran bir baraka.

Kitapta altını çizdiğim, not aldığım yüzlerce cümle oldu. Tadımlık birkaçını buraya bırakıyorum.
“Eğer halkın başındaki kişi fasit olursa fesat memlekette genel bir alışkanlık halini alır; memleket fesada boğulursa hanelere artık temiz hava girme imkânı kalmaz, rızıklar azalıp umutlar tükenirse insanlar mecburiyet kisvesi altında her kötülüğü alenen yapmaya başlar.”
“Arzularımız olmasaydı hevesimiz kalmazdı.”
“Zaman akan bir mekândır, mekânsa donan zaman.”
“İçimde hürriyetine kavuşmayı bekleyen bir esir, doğmayı bekleyen bir güneş, yola çıkmak için can atan bir kafile vardı.”
“Karanlığı yok etmeyen ışıktan hayır gelmez.”
“Hakikat sınır tanımaz.”
“Allah yolunda yaşamanın Allah yolunda ölmekten daha zor olduğunu biliyorlar mıydı?”
“Tanrım! Sen kimsede borcunu bırakmayan bir alacaklısın.”
“Geceyi uykusuz geçiriyorsan içinde sohbet olsun.”
“Bahar cömert, hava açık, yemek leziz, sohbet koyu, müzik hoştu.”
“Eğer ki kılıç kardeş ve akrabaların boynuna kadar dayandıysa filozof ve mutasavvıfların boynuna dayanmasına hiç bir şey engel olamazdı.”
“Sahip olduğun şeyler sana sahip olmazsa hürsün.”
“Yönetici ayak takımına uyarsa zulüm baş gösterir, fesat çıkar.”
“Akıl ve kalp arasında sevgi köprüsü olmalı.”
“Sınamayan imtihandan hayır gelmez.”
“İkimiz de birbirimizin kalbinden veda etmeden çıkmıştık.”
“Kalbimde ölmek üzere olan bir ihtiyar ve doğmak üzere olan bir bebek olduğunu hissettim.”
“Kalbinle dinle, kulaklarınla değil.”
“Kişi kalbinin söyledikleri kadardır.”
“Olduğum yer, olduğum durumla uyuşmuyordu.”
“Rezil bir yol arkadaşı ile tanıştım. Adı endişeydi.”
“Harap olmuş bir şehirde çocuklarım olsaydı ne yapardım?”
“Sevgi hayale muhtaçtır.”
“Sevgi anadilde ifade edilir.”

“Küçük Bir Ölüm”ün bir yerinde “Tercüme sözcüklerin ateşini söndürür” cümlesini okudum. Ben de öyle düşünüyorum. Bazı kitapları yazıldığı dilden okumanın lezzeti, çevrildiği dil ile kıyaslanamaz. Alvân’ın kitabı su gibi akıcı. Bu akıcılıktaki en büyük pay çevirmen Güler Özdemir’in. Kitabın kurgusu ve içeriği kadar çeviri dili de övgüye değer. Amin Maalouf’un Semerkant’ını hatırlatan bir üslup. Semerkant’tan daha derinlikli, daha akıcı buldum. 

Şam’da yeni bir devlet modeli çizilirken, mezarı bu şehirde olan İbnü’l - Arabi’nin hayatını anlatan bir kitapla tanışmam sebepsiz değil. Fütûhât-ı Mekkiyye’yi okumam için bir işaret olabilir mi?

Ketebe Yayınları’ndan çıkan Mısırlı Tevfîk El Hakîm’in “Şark’ın Serçesi” kitabından da söz edecektim. Yer kalmadı. İlginç bir kitap. Tevfîk El -Hakîm Paris’e hukuk doktorası için gitmiş. Kitabın adı, içeriğine ilişkin bilgi veriyor. Paris, konser salonları, kafeler anlatılmış, garip bir aşk hikâyesinin üzerine kapitalizm, komünizm ve Batı uygarlığı eleştirisi boca edilmiş. Necip Mahfuz’daki tadı bulamadım.